Aşk Romanı
Nurhazar, Aşk acısı
Selam sana doğunun sert esen rüzgarından!
Kafkas dağlarının sert bağrından esen rüzgarından sana selam olsun ey Kuzey-Doğunun serin kıyılarının bağrında yetişen yeşil gözlü uzun saçlı kız.
O gün ne gündü, öyle bir günde karşılaştım ki, saat akşamın karanlığına varmıştı. Bir çift yeşil gözle karşılaştım ki; gülümseyerek bana bakıyordu. Bana hoş geldin dedi. Şaşmamak, şaşırmamak, Allah’ın böyle bir güzellik sanatı karşısında etkilenmemek mümkün değildi.
Ben, kendimi bilmez miyim?
Acaba şimdiye kadar hiç mi uzun saçlı ve yeşil gözlü bir kızla karşılaşmamıştım.
Onlardan neden bu kadar etkilenmediğim halde; bu, kuzey-doğulu yeşil gözlü ve uzun saçlı kızdan bu kadar etkilenmemin sebebi neydi? Acaba ben, Hz. Yusuf (as.) gibi kızlardan kendimi koruyarak uzak tutan biri değil miydim?
Yüce Allah’a sığındım ve şöyle dua ettim:
Ey insanları ve canlıları erkek ve dişiden yaratan Rabb’im!
Ey Kainatın bütün kudret ve kuvvetini elinde bulunduran Rabb’im!
Ey sonsuz İlim ve bereket kapılarının anahtarını elinde bulunduran Allah’ım!
Ey rızkımızı yağmur tanelerine yükleyerek yere indiren Zülcelal,
Ey güneşi bayrak gibi başımıza diken Allah’ım!
Ey kadını erkeye, erkeyi de kadına muhtaç kılan ve sonra da her ikisini bir birine eş seçerek kendisine muhtaç kılıp kendi katında kemale erdiren Rabb’im!
Bu kızdan pek etkilendim. Beni günaha düşecek durumlardan koru. Bu kıza olan sevgimin beni sapıtmasından, ahlâkımın kötülüye varmasından korkmaktayım. Ne zaman darda kaldımsa bana yardım ettin, şimdi yine dardayım, benim yardımıma koş ve bana yardım et.”
Diye dua etmekteydim.
Bir Perşembe günü öğleden sonraki bir zamanda, kuzey-doğunun yeşil gözlü ve uzun sarı saçlı kızı, bana okuldan ayrılacağını ve bir hastanede iş bulduğunu söyledi. Sevindim ve dedim; “Ey yüce Allah’ım! Sen, benim imdadıma yetiştin ve beni günaha düşürecek şeyden korumaktasın.
Ey Allah’ım! Bazı perşembe günleri ve Ramazan aylarını oruç tutan bu yeşil gözlü kızı dilersen bana eş seçer, dilemezsen seçmezsin.
Sevgiyi ve aşkı Sen yarattın.
Kim bilir; belki beni böyle bir şeyle denemektesin.
Şüphesiz Sen’ den yardım dilemezsem ve Sen de bana yardım etmezsen şeytanın vesvesesine kulak asarak yoldan sapanlardan olurum.
Hüküm senindir, hakkımızda ve hakkımda en hayırlı olan şeyi karar kıl ya şanı yüce Allah’ım. Doğrusu o kızın okuldan ayrılacağına çok sevinmiştim.
Ben senin razı olduğuna razı olan ve senin razı olmadığına razı olmayan biri olmak isterim.
Yardım et ey darda kalıp senden yardım dileyenlerin imdadına yetişen Allah’ım!
Bizi üzerinde barındıran yer, altında gölgelendiren gök, sana boyun eğmiştir.
Gök ve yer bereketlerini; ne bize acıktıkları için, ne bize yakınlık duydukları için, ne de bizden bir hayır umdukları için veriyorlar; fakat onlar bize faydalı olmakla emir olundukları için Sen Rabb’imize itaat ediyorlar.
İhtiyaçlarımızı temin etmekle yükümlü kıldığın için görevlerini yapıyorlar. Şüphesiz Sen’in gücün her şeye yeter. Beni ve bizi bağışla.
Sabah uykudan kalktım ve sabah namazını kıldım. Sabah namazı bittikten sonra gördüğüm rüya üzerine Allah’a şöyle dua ettim:
“Ey Rabb’im! Ben Nurhazar’ın okuldan dün ayrılacağını öğrendiğim zaman çok sevinmiştim ama bu gün günlerden cuma ve rüyamda benden çiçek istedi. Ona; sana öyle bir çiçek vereceğim ki, ne naylon olsun ne de kuruyup solan bir çiçek, o çiçek bir çınar ağacı gibi dallansın ve yerin üzerinde yükseldiği kadar kökleri yerin altındaki derinlere insin söylemekteyken uyandım. Bana yardım et, Ey Rabb’im” diye dua ettim.
Bu gördüğüm rüyadan dolayı, aynı gün Nurhazar’ı yolcu ederken; O’nun gözlerinin içine baktım, çok derinden ve etkileyici baktım. Hayatımda hiç bir zaman herhangi bir kıza bu şekilde derinden bakmamıştım. Öyle bir şekilde derinden bakıyordum ki; onun kalbinin atışlarını ve ciğerlerinden soluduğu havanın nemini ve kokusunu hissediyordum. Onun gözlerinin derinliklerinde sanki kemale ermenin hızı yatıyordu. O’ da bana aynı şekilde bakıyordu. Bu olayı Yakup Bey fark etmiş ki, Yakup Bey Nurhazar’a; “Senin düğününü yakında yapacağız demişti.” Nurhazar da bu duruma şaşırarak güler bir yüzle: “O da nereden çıktı” demişti. Ben ise Ona; “Bir ara ziyaretine geliriz” demiştim. Bari bu sevginin hatırasına bir çiçek vere bilseydim. Ama ya kabul etmezse düşüncesi bende hakim olmuştu.
Bir gün sonra okulumuza tekrar gelmişti. Ayaklarımın üzerinde zor duruyordum. Damarlarındaki kan yüzüme ve dudaklarıma vurdu. Damarlarımdaki kanın akışını hissediyordum. Zannettim ki damarlarım patlayacak. Evet bir gün sonra dudağım ateşli hastalık geçirenler gibi parçalanmıştı. Yakup Bey, bana bir gün sonra; “Sen ateşli hastalık mı geçirdin ki dudakların böylece parçalanırcasına yara olmuş?”söyleyecekti. Kendimi çok zor topladım ve Nurhazar ile konuşa bildim. Toplantı bittikten hemen sonra yağmurlu bir havada okuldan ayrıldılar. Bana birtakım bir şeyler söylediler. Belki benim iç dünyamda hangi fırtınaların koptuğunu fark etselerdi benimle alay ederlerdi. Ya bunlar benim bu durumumu bu kıza aşık olduğumu fark ederseler benim halim ne olur diye düşündüm. Onunun için ani kararlardan çekinmekteydim. Pişman olsam dahi o arabadan inmiştim ve gözlerimden kayıp oluncaya kadar onların bindiği taksinin arkasından bakmıştım.
Onu, telefonla arayarak; “Sizi sürekli rahatsız edeceğim. Sizi aramamdan rahatsız oluyor musun?” O ise yumuşak ve güler bir ses tonuyla; “Hayır rahatsız olmuyorum, beni arayabilirsin.” diye cevap vermişti. Bu söz benim içimde bir umut ışığı doğurdu. Eyer bu kızın bir beklediği olsa, ya da bir sevdiği olsa böyle söylemezdi, düşüncesine kapılmıştım. Sonraki zamanlarda telefonla onu hemen her hafta aramaktaydım. Olaylar çok hızlı ilerliyordu, ben ise bu olayın hızını düşürmek ve ani karar vermekten çekinerek zaman kazanmaya çalışıyordum.
Arabayı sattığıma pişman olmuştum. Yeniden bir araba almak için tüm hazırlıklarıma başlamıştım. Nurhazar’a araba sürmeyi öğretmek ve sonra da iş yerine araba ile gitmenin hayalini kurmuştum. Askere gittiğimde de arabayı Nurhazar’a bırakma düşüncesindeydim. Çünkü onu kıskanıyordum. Toplu taşıma araçlarında gidip gelirken ona bakan bütün gözlerden kıskanıyordum.
Kuzey-doğunun sarışın ve yeşil gözlü kızı bir Ramazan ayında okulumuza tekrar uğramıştı. Teneffüs zili çalıp aşağı indiğimde, onu seven bütün öğrenciler, ona olan hasretlerinden onun çevresini sarmışlardı. Sanki 21. Asrın en gözde olan Sultanı gibi onun etrafına toplanmış aç kurtlar gibi o sevgiliyi çekiştiriyorlardı. Öğrencileri; Yakup beyle birlikte bertaraf ettik ve Nurhazar’ı oturma odasına aldık. Ona kırgın ve küskündüm. Ama onun bundan haberi yoktu çünkü; onun çalıştığı hastaneye gitmek için çiçek almıştım, ama onun ziyaretine gitmek için izin istediğimde kabul etmemişti. Aldığım çiçeği vermek istemekteydim. Çiçek bir poşetin içinde gizlice duruyordu. Çiçeği sana vermek istiyorum söyleyecektim, fakat toplumun içinde söylemekten çekindim. Belki yalnız olsaydı verebilirdim. Dedikoducu insanların diline düşmekten çekinerek aldığım o çiçeği vermekten vaz geçtim. Nurhazar, gözlerinin ucuyla beni hafiften süzerek, hoşça kal diyerek, öylece okuldan ayrıldı.
Onun okuldan ayrılmasıyla yapa yalnız kalmıştım. Kendimi yetim ve öksüz olarak hissediyordum. Okul, gözümde bomboş olmuştu. Sanki hiç öğrenci yoktu, sanki hiç öğretmen yoktu. Okul, gözümde verimsiz çorak arazi konumuna bürünmüştü. Her şey suskun ve cansızdı. Sınıfımızdaki konuşanların konuşmaları bana arı vızıltısı gibi geliyordu. Bütün eşyalar, cisimler bana donuk ve renksiz görünüyordu.
Oysa o kız, kapıdan içeri bir girse idi, bir girse idi gözümdeki donuk renkli bütün cisimler hakiki renkleri gibi tekrar gözüme görünecekti. Eski neşe ve mutluluğuma kavuşacak, kuşların cik cik sesleri kulağıma yine eskisi gibi hoş gelecekti. İnsanların konuşması bana bir arı vızıltısı gibi gelmeyecekti. Cansızlaşan dünyam yeniden canlanacaktı. Kapı açılıp her içeri giren olduğunda isterdim ki içeri girenlerden biri de Nurhazar olsun ve karşımda oturarak o büyüleyici tılsımlı gözünün içine bakarak onunla sohbet etmek isterdim. Evet okul bomboştu ve o, okuldan ayrılmıştı, artık; bir daha bu okula uğramayacak, bir daha bu sandalyelere oturmayacaktı.
Bir şekilde bu aşk zincirlerini kırmam gerekiyordu. Gözlerimin uykusu kaçmış neşeli ve huzurlu biri olan benim huzurum ve mutluluğum elimden gitmişti. San ki, bütün neşem ve mutluluğum o kıza bağlıydı. Dünyaya bakışım o kızın gözleriyle olmuştu. Sanki o kuzey-doğunun yeşil gözlü kızının gözleri ile dünyaya bakıyordum. O ağlasa ben de ağlayacaktım, o gülse ben de gülecektim. Onun mutluluğu benim mutluluğum, onun üzüntüsü benim üzüntüm, onun ruhu benim ruhum olmuştu. Ruhum kontrolümden çıkmış, bedenimden ayrılmıştı, sanki o kuzey-doğulu yeşil gözlü kızı arıyordu. Adeta onun karşısında bir av kuşu haline düşmüştüm. Şiddetli aşk rüzgârının pençesine yakalanmıştım. Artık ben bende değildim. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Elimde olmadan, bir nehrin kuvvetli şelalenin sularının akıntısında sürüklenmekteydim. Bunca güçlüklere- Allah’ın yardımıyla -meydan okuyan ben, böylesine kuvvetli bir kasırga gibi beni sallayan ve devirecek hale getiren bu şiddetli aşk rüzgârına karşı direnmem ve yıkılmamam gerekirdi. Evet onu yaptım ve direndim. O kızı bir daha aramadım. Kendimi duaya ve ibadete verdim. Dua ve ibadetle meşgul oldum. Ellerimi dua şekline getirip yukarı kaldırarak şöyle dua ettim:
“Allah’ım bu ne biçim bir duygudur. Bu ne biçim bir sevmedir ki yüreğim aşk ateşine bürünmüştür. Bu ne biçim bir ateştir ki beni yakmıyor adeta yüreğimi yakan ve beni kavuran bu ateşten lezzet almaktayım. Ey Allah’ım! Bana direnme gücü ver” diye dua etmekteydim.
Geceler gündüzü, gündüz geceleri kovaladı. Günler haftaları, haftalar da ayları kovaladı. Yakup Bey ve eşi Elvan Hanım, bir gün bizim buluşmamız için randevu aldıklarını söylediler. Eyvah diyerek kendi kendime çok kızdım. Demek ki; bunlar bu durumumu fark etmişler, benim aşk ateşine tutulduğumu fark etmişlir, şimdi ben ne yapacağım diye düşündüm. Ya Nurhazar kabul etmezse halim ne olacak, bana filan adam falan kızı istedi de gitmedi sözünü söylemezler miydiler? Oysa, haya, erdem, fazilet, izzet, cömertlik, kahramanlık ve güzel ahlâk benim karakterim olması, en büyük isteğim ve duamdı. Neyse ki; randevuyu ayarlamışlar. Demek ki, kızın gönlü bende olmasa bu randevuyu kabul etmez diye düşündüm. Bu durum karşısında sevinç rüzgarlarından bütün damarlarımdaki kan boşaldı ve yüzüme vurdu. Acaba bana Hz. Süleyman (as.)’ın tahtı vaat edilseydi bu kadar sevinebilir miydim. Acaba İnsanın sevdiği birisini görmesinden daha güzel bir şey olabilir miydi?
Yakup Bey’in çocuklarına dondurma alıp döndüğümde; o kızın, öğlece Belkıs’ın Hz. Süleyman(as.)’ın tahtında oturur gibi oturduğunu gördüm. Acaba dünyada bundan daha güzel bir kız var mıydı? Onun yüzünde Cennet hurilerinin yumuşak huylu tebessümlerini gördüm. Sanki Cennetten gelerek karşımda oturan bir huri idi. Sanki bütün Türk milleti ona bakıyordu. Sanki bütün İslâm milletleri ona bakıyordu. Sanki bütün İslam Ümmetinin gözleri onda idi. Sanki Bütün Hıristiyan dünyasının kıskanç ve kinli bakışları onun üzerinde yoğunlaşmıştı. Bütün kötü bakışlardan onu kıskanmaktaydım. Ona sempati ile bakan gözlerden ise; onu imreniyordum.
O, beni hafife alarak gözlerinin ucuyla bana baktı. Yeni uykudan kalkıp kendisine çeki düzen vermeyen bakımsız çoban kızları gibi karşımdaydı. Bu hali, ona çok yakışıyordu. Doğal ve sade bir kıyafetle gelmişti. Ve ben; “Hoş geldin” dedim. O da cılız bir sesle;”Hoş bulduk” Dedi. Bir müddet sonra dudaklarının arasından; “Ben yeni uykudan kalktım ve geldim” sözlerini fısıldadı. Bu hali karşısında bendeki bütün sevinç heyecanlarım hedefine ulaşamayacağını anladım. Oysa ben o gece zerre kadar sevincimden uyuyamamıştım. Böylesine aşık olduğum biri, gündüzün on bir buçuğuna kadar uyuduğunu söylemesi benim ona olan sevgimi yerden yere vurmuştu. Ona karşı olan umut rüzgârlarım artık, karma karışık bir hal almıştı. Sonucun nasıl biteceğini şimdiden tahmin etmek mümkün olmuştu.
Bir müddet sonra ayrılmak için ince ve yumuşak bir ses tonuyla dudaklarını aralayarak; kalkmak istediğini söyledi. Ben ise saatlerin durmasını, güneşin yerinde sabit kalmasını arzu etmiştim. Bu gün hiç bitmesin, bu zaman uzasın uzasın istiyordum. Ama saat durmamıştı, güneşte ilerliyordu. Tam aksine zaman olduğundan çok daha hızlı ilerlemişti.
Ve Nurhazar ile birlikte parkın bitimine kadar yürüyerek yolcu etmek istedim. Nurhazar bunu kabul etmedi. Ne arabayla götürme teklifimi ne de onu yolcu etmeme razı olmamıştı. Neyse ki, zor kanaat parkın bitimine kadar Nurhazar’ı yolcu etmek için yürüdüm. Elvan Hanım ve Yakup Bey ile Eşi alaylı bakışlarıyla bana bakıyorlardı.
Nurhazar, benden ayrılırken; “Benim beklediğim var, hiç umutlanma” dedi. Bir saniye içinde bütün olaylar gözümün önünden bir sinema şeridi gibi aktı. “Bir ara üniversitede yemek kuyruğunda beklerken iki kız birbirleri ile çok yüksek sesli ve alaylı bir tavırla konuşuyorlardı. Kulaklarımı kapatsam dahi seslerinin yüksekliğinden duymamak mümkün değildi. Kızın birisi birisine kendisinin kaç erkek tavladığını ve peşinde kaç erkeği dolaştırdığı sözleri aklımdan geçti. Ve kuduracak hale geldim. Yoksa bu kız, beni kafaya mı aldı diye düşündüm. Bu bana yapılır mıydı, Ey Allah’ım! Diyerek içimden feryat ederek Allah’a sığındım. Ey Allah’ım hani ben sana dua ederken bu hayırlı işin beni mahcup edecek ve beni utandıracak şekilde bitecekse bu randevu yolunu kapat diye dua ettim?
Ey dünya!, Ey dünya! Beni eledin diyerek haykırarak feryat etmek istedim. Yaptığım hata yüzünden elimi saçlarıma götürüp yolmak ve ağlamak geldi içimden. Ey dünya beni eledin diyerek haykırarak saçlarımı yolup ağlayarak, feryatlar ederek dövünmek istedim. Feryat edip kendimi yerlerden yerlere çalmak geldi içimden. Kafamı parktaki ağaçlara vurup ağlamak geldi. Yakup Beyler ve Elvan hanımlar madem ki; böyle bir randevu ayarlamışlardı bu kızın bir beklediği olup olmadığını bilmezler miydiler diye düşündüm. Maden bir beklediği var idi ise neden onun gözlerine baktığımda o da bana bakıyordu, madem bir beklediği vardı ise neden sizi aramamadan rahatsız oluyor musun ve sizi arayabilir miyiz dediğimde evet araya bilirsin demişti. Bütün hayallerim, umutlarım yıkılmıştı. Yaptığım planlarımın tamamı saman çöplerinin rüzgâr karşısında savrulması gibi savrularak yok olmuştu. Oysa olan olmuştu, sabır ederek tahammül etmekten başka çarem yoktu. Çaresizdim ve o çaresizlikle Allah’a sığınmaktan başka bir şey yapmak elimden gelmezdi.
Evet yaptığım hata yüzünden ve Elvan Hanım ile Yakup Bey’in bana yaptırdığı hata yüzünden çok utandım, hayatımda hiç bir zaman bu kadar utanmamıştım. Kızgın bir tencere içinde eriyen yağ gibi utancımdan eridim. Bir an cehennemde işledikleri günah yüzünden derilerinin yanarak eridiğini ve eriyerek yanan derilerinden akan yağların ateşi daha da gürleştirdiği ortamdaki insanların pişmanlık duyması gibi bu halimden pişmanlık duyarak en büyük sevgili Allah(c.c.)’tan utandım ve Nurhazar’a, bilinçsizce ve şuursuzca “İntihar ederim” sözlerini söyledim. Kız bana; “Yapma bunu, kendini bana o kadar bağlama, seni umutlandıracak hiç bir şey yapmadım, beni rahatsız edeceğinden korkmaktayım, beni rahatsız etme” diyerek benden ayrıldı.
Sanki bütün insanlar, ağaçlar, taşlar, denizdeki balıklar, kurtlar, kuşlar, gök alemindeki melekler, omzumda durup günah ve sevaplarımı yazan melekler hatta ayaklarımı basarken incitmek istemediğim karıncalar, bile benimle alay ediyordu. Ben ki; bir karıncaya bile zarar vermeyecek kadar yüreğinde merhameti olan ben, benimle evlenmek istemeyen sevdiğim ve aşık olduğum bir kızı rahatsız etmek ha, benim kesinlikle yapamayacağım bir şeydir. Bu kız, beni tanıyamamıştır. Benim şanıma ve şerefime yakışmayacak bir şeydir. Sanki yüce Allah, beni yaratırken topraktan değil de sevgiden, aşktan yaratmıştır. Yüreğim; kin, nefret ve vahşilik duygularından tamamen arıdır. Kıza zarar verip incitmek ha, kesinlikle asla benim kanımda öğle bozukluk nü’minelerini taşıyan maddeler yok. O kız, benim haricimde eğer; birisi ile evlenirse ve 40 tane çocuğu olsa ve o kız darda kalıp benden yardım istese ben o kızın yardımına koşmak için bütün cömertlik ve fedakârlıklara katlanarak yardımımı; Allah’ın lütfu ile yetiştirirdim. Çünkü ben o kızı kendi menfaatim için sevmedim. Benimle evlenmeli diyerek sevmedim. Onun da benim gibi bir gönlü ve kalbi vardır, dilediği ve gönlünü bağlayabileceği kimse ile evlenmek en doğal hakkıdır. Bunun için o kızdan sevgimin karşılığını istemiyorum. Ben seni sevdim illa da sen de beni sevecek ve bana yar olacaksın, seni kimseye yar etmem demek benim şanıma yakışmaz. Ben bu tür sapıtmış ve şeytanlaşmış bir aşkın uşağı değilim. Böylesine sapıklığa dalmış bir sevgi, aşk olamaz. Böyle bir aşk, olsa olsa zulüm olur. Ben zulmetmekten Allah’a sığınıp, her gece yetmiş defa tövbe edenlerdenim. Ben belki de o güzelliği, o zarâfeti, o inceliği, o gözleri işleyerek o kıza verene aşığım ki; Allah (c.c.) içimize böyle bir sevgi ve aşk koymuştur.
Yakup Bey ve Elvan Hanımdan ayrılırken; “Yaptığınızı beyindiniz mi?, İnsan araştırmaz mı?” Onlar ise; “Vallahi böyle beklediği biri olsaydı bize söylerdi!” sözleri hale kulaklarımda çınlamaktadır. Ben, büyük bir suçluluk içinde onlara veda ederek ayrıldım ve önüme çıkan ilk parkta oturarak düşünce gücümle kendi dünyam ile dertleştim:
“Ey dünya! Ben gönlümün sultanımı arıyorum. O sultan ki; dileyim Yüce Allah Hz. Hatice’ye verdiği zenginliğin binlerce kat kat fazlasını vere. O sultan bu serveti ile Karun gibi böbürlenmeye ve Allah’ın verdiği bu serveti Allah yolunda harcaya. Allah’ın dünya üzerindeki bütün fakirlerine, darda kalan yoksullara, yetimlere bu servetini harcaya. Ey dünya! İşte ben bu kızın kalbinde bu ince zarâfetin tertemiz şefkat duygularını keşfettim. O’nun kalbi çok temiz ve çok hassastır. Ey dünya! Bu kızın kalbi; kıskançlık, kin, kibir ve nefret duygularından arıdır. Zerre kadar kalbinde bu gibi insanı fesada, kibre ve şeytanlığa yönelten hiç bir duygu yoktur. Ben, bu duygudan dolayı bu kıza aşık olup sevmekteydim. Ey dünya! Mutlaka Nurhazar, telefonda benimle konuşmak isterken, kalbinin hassaslığından beni arama diyemedi. Çünkü onun gönül dünyasında incitmek diye bir şey yoktur. O benim gözlerime baktı ise o, bunu bilmediğinden dolayı bunu yapmıştır ve bana bilinçsizce bakmıştır. Çünkü Onun gözleri güzellik timsalidir ki; çevresine hep huzurun yumuşaklığını dağıtmaktadır. Onun, bundan herhangi bir kötü kastı yoktur. Yani beni kendisine aşık ettikten sonra; ona buna bak beni filan adamı istedi de ona gitmedim demek için yapmamıştır. Ey dünya! Senin beni elemen mümkün değildir. Çünkü benim niyetim halistir. Ben neden nefret ettimse Allah rızası için nefret ettim. Neyi sevdimse Allah rızası için sevdim. Çünkü benim yönüm hakka doğrudur. Onu sevdiğim zaman Allah’tan yardım dileyerek sevdim. Mutlaka Allah (c.c.) burada tekrar yardımıma yetişecektir, bunun inancındayım
Ey dünya Allah, hemen hemen dünya üzerinde yaşayan bütün insanların çilesinin zorluklarını ya bana yaşattı ya da beni bu çileli yaşamdan haberdar etti. Allah beni bazen fakirlikle imtihan etti sabrımı ölçtü, bazen de beni milyarların zenginliği ile ölçerek zenginlik karşısında şımarıp şımarmamamı ölçtü. Yüce Allah beni: zengin cimri ve zalim bir babaya evlat yapmakla bana tahammül gücü verdi ve denedi. Ey dünya, bu körpecik yaşımın baharının bitimine kadar, yüce Allah beni o kadar imtihanlardan geçirdi ki; Allah bu yıl Nurhazar’ı karşıma çıkararak şimdi de beni böyle bir sevginin aşkıyla mı imtihana çekmektedir? Ey dünya ben baktığım gözlere sahip çıktım, sadık kaldım. Allah’u Tela; benim karşıma bu kızı çıkarmakla benim asıl görevimi bana hatırlatmıştı.
Ey dünya! Benim hedefim, özgürlük hürriyetinin zafer tacını giymektir. Bu zafer tacı, altın yaldızlı elmas ziynetleri değildir. Sade, alçak gönüllüktür. Hedefim Hak Tela karşısında böbürlenerek kendimi ilahlaştırmak değildir. Kendilerini İlahlaştıranların sonlarının ne kötü bir şekilde sona erdiğini görmedik mi? Onların ebedi olarak kalacakları yer cehennemdir. Onlar, Cehennem'in yakıtıdır. Sultan Süleyman’a kalmayan dünya bana mı kalacak. Hak yoldan sapanların ve Hakkın karşısına dikilerek ilahlık iddiasıyla insanları ve milletleri yozlaştıranların sonlarının ne kötü bir şekilde sona erdiğini görmedik mi? Onlar ölümün kucağına vardılar ve şiddetli Cehennem azabında kavrulacakları günü, dehşetli bir korku ile kabir azabı görerek, beklemektedirler.”
Bilmediğim bir sebeple Nurhazar’ı sevmiştim. Bu sevginin aşk çıkmazının içine saplanıp kalmıştım. Acaba ben o kadar basit biri miydim ki, beni sevmeyen birisine âşık olmuştum ve bu sevgiden kurtulamıyordum. Bu sevgimde bir özellik vardı ki; bu sevginin aşkına saplandıkça bütün kapılar yüzüme açılıyor, karşılaştığım tehlikeler karşısında Allah hemencecik yardımıma yetişiyordu. Bu sevginin aşkından uzaklaşmak istemem ise beni çileli bir hayatta yenilgiye sürüklüyordu.
Bir ara arkadaşlardan birisi bana şöyle demişti; “Senin on parmağında on marifet vardır, E sınıf ehliyetin, sosyal faaliyetlerin, daktilo , bilgisayar, fakülte bitirmişsin. Daha devam mı bu çıkışla nereye kadar” sözleri aklımdan geçti. Evet benim parolam beşikten mezara kadar öğrenmek idi. Bundan sonra yüksek lisans sırada beklemekteydi. İngilizce dil kursunun birinci kurunu bitirmiştim. Sonraki iki kurunu da bitirerek İngilizce’yi öğrenecektim. Arkasından; Arapça, daha sonra da Farsça’yı öğrenemeye karar vermiştim ve planımı bu şekilde yapmıştım. Oysa gönlümden çok derin bir şekilde yaralandığımdan zihnimi bir türlü toplayamıyordum. Kendi kendime şaşırıp kalmıştım. Ben Allah’tan bu sevgiden kurtulmak için yardım istedikçe Allah adeta bu sevginin dozunu artırıyordu. Günler geçtikçe unuturum düşüncesinde idim. Oysa; tam tersine, günler geçtikçe Nurhazar’a olan sevgim daha daha artarak âşık oluyordum.
Biraz dinlenmek ve şehrin nahoş ses kirliliğinden kurtulmak için; bir Oktay adındaki arkadaşımı da yanıma alarak İstanbul’un dışına çıkmaya karar verdim. Evet hala dalgınlığım sürüyordu. Başımdan geçen olaylar zincirini düşünerek 140 km lik bir hız ile arabayı sürüyordum. Bir ara dalgınlıkla hatalı sollama yaparak karşı şeride geçmişim. Karşıdan gelen arabayı bu dalgınlıkla fark edemiyordum. Aynıdan yanımdaki arkadaşım Oktay beni uyardı; Vay gittik ne yapıyorsun” sözü üzerine kendimi toplayarak kaza yapmaktan son anda kurtulduk. Evet yarım saniyelik bir zaman dilimi ile kaza yapmaktan son anda kurtulmuştuk. Karşı tarafın da hızının 130 km olduğunu kabul edecek olursak toplam 270 km lik bir hızla çarpışsaydık (...)
Bu dalgınlığım hala devam ediyordu. Yine bir zaman sonra yolun bir tarafından yaya olarak karşıya geçmek isterken; soluma bakmadan yoldan geçmek istedim. Evet, ben yolun sağ şeridinin tam ortasındayken bana çarpmak üzere olan bir arabayı fark ettim. Artık kaçmam mümkün değildi. Araba tamamen bana yaklaşmıştı. Bütün gücümü kullanarak kendimi topladım, bana vurmak üzere olan otomobilin üzerine kendimi attım. Otomobil beni yuvarlayarak hızlı bir şekilde yolun karşı şeridine fırlattı. Ben ayaklarımın üzerine düştüm ve sonra yerlerde yuvarlandım ve kendimi toplayarak tekrar ayağa kalktım. Olay bir bankanın önünde olmuştu. Bankanın önündeki ve içindeki insanlar dışarı akın ettiler. Bana sordular; arkadaşım az önce bir otomobil bir adama vurdu, yukarı fırlatarak yolun bu tarafına attı. Kaza geçiren adam nereye kayıp oldu. Benim dedim. Adamlar şaşırdılar. “Hata bende” dedim. Otomobil de hızını alamayarak 100 metre ileride öylece şaşkın şaşkın duruyordu. Taksinin şoförü öylece dona kalmıştı. Yanımdaki kardeşim ise yüzü sapsarı kesilmiş dudakları kurumuştu. Donuk bir şekilde bana bakıyordu. Ben arkadaşıma:”Korkma bana bir şey olmadı” dedim. Kardeşimin bir şeyler mırıldandığını gördüm. “Bir kurban, bir kurban Allah’ım” diye söyleniyordu.
Bu halimden dolayı Allah’a şükür ettim, iyi ki; minibüs ya da kamyon değildi, iyi ki; karşı şeritte de hızla ilerleyen araba yoktu. İyi ki; karate kursuna gitmiştim de bir manevra yaparak kendimi taksinin üzerine atabilmiştim. Yoksa arabanın altında kalabilirdim. Kardeşim bana dönerek; verilmiş sadakan varmış, senin annenin duaları kurtardı.” dedi. Evet dedim; “Ben sürekli sadaka vermekteyim. Şu anda bir fakir ilkokul çocuğunun yıllık okul masraflarını yüklenmişim ve fakir öğrencilere de ede bildiğim yardımımı ulaştırmaktayım.”
Evet olaylar gittikçe karmaşık bir hal alıyordu.
Ey dünya beni eledin diye düşünerek kendimi üzüntülerden üzüntülere sokmaktaydım. Artık bir daha birisini sevebilmem mümkün değildi. Ya o kız, olacaktı ya da ömrümün sonuna kadar bu duruma tahammül ederek sabır edecektim. Belki de Azrail gözüme görünerek; “Canını almaya geldim” söyleseydi o sevgiliye kavuşmak kadar, bana mutluluk ve sevinç verirdi. Böylesine bir ölüm bizim asıl sevgilimiz olan Yüce Rabb’imize kavuştururdu. Böylece bu dünyanın kahrolası çilesi benim için biterdi.
Kendimi toplamak ve o sevgiliyi unutmak için bilgisayarın başına oturdum. Bir şeylerle meşgul olmaya çalıştım. Kendimi; duaya, namaza verdim. Kur’an okumaya başladım. Kesinlikle boş zaman bırakmadım. Günlük uyuma saatimi 4 saate indirdim. Bazı günler sadece geceleri iki saat uyuduğum zamanlar da oluyordu. Roman, hikaye ve edebi eserlerle ilgilendim.
Nurhazar ile karşılaştığımda ve konuşmalarından Nurhazar’ın birisini beklemediğinden kesinlikle emindim. Kızın konuşmalarından ve hareketlerinden çok zor şartlarda büyüdüğü hissine kapılmıştım. Nurhazar’ın beni umutlandıran bakışları ile beni, gönlümden derin şekilde yaralamıştı. Evet o beni, kalbimden derin bir şekilde yaralamıştı. Sonra da beni yaralı yaralı bırakarak okuldan ayrılmıştı. Ben ise o kızın, okuldan ayrılacağı gün gördüğüm rüya üzerine tamamen kendimi o yeşil gözlü kıza kaptırmıştım. Akıntısı çok kuvvetli olan bir nehirden su içmek isteyen birisinin ayağının kayarak suya yuvarlanıp kuvvetli su akıntısı tarafından sürüklenmesi gibi sürüklenmiştim. Nurhazar, benim dünya ufkumu genişletmişti. O kızın sayesinde aşk deryasından su içebilmiştim ya da içemezsem de en azından tadını öğrenmiştim. Onun için bu kızla karşılaşmamdan pişman değildim.
Nurhazar; Karadeniz kıyılarının serin ikliminin kültürü ile yetişmiş ve yoğrulmuş biriydi. Ben ise Kafkas dağlarının eteklerinin düzlük ovasının sıcak ikliminde yetişmiş biriydim.
Ona aşık olmuştum ve ona aşık olmam, beni hakka götürmüştü. Allah’a şükürler olsun ki; Allah bana yardımını ulaştırdı ilim ve bereket kapılarını yüzüme açtı. Ömrümün sonuna kadar böyle bir sevgiliyi unutmamın mümkün olmayacağını anlamıştım. Gözlerim, o yeşil hilal kaşlı gözleri hep arıyordu ve arayacaktı da. Hemen her gün; ey dünya ne olurdu ki; o gözlerlerin sahibi ile bir karşılaşabilseydim, ey dünya ne olurdu sanki her ana böyle bir kız doğura bilseydi diye düşünmekte ve o kızı hayal etmekten kendimi alıkoyamamaktaydım.
Sonuç olarak şunu söyleye bilirim: “Aşık olmak; maceralı, tehlikeli ve çok kârlı bir ticaret yolculuğuna benzer. Kazanmak çok zor, kayıp etmek ve yenilmek oldukça kolaydır. Böylesine zorlu bir ticareti kazanmak; Allah’ın ipine sarılmak ve Allah’a dayanmakla mümkündür. Kazanmanın sonucunda dünya ve ahret mutluluğu, kemal derecesinin artması ve yükseliş vardır. Kayıp etmenin sonucunda ise, sapmak, sapıtmak, delirme, yoldan çıkmak, ahlaki yozlaşma ve yokluk vardır. Ben, kız ile evlenememiştim. Gördüğüm bir rüyadan dolayı, hazine bulmak için tehlikeli ve maceralı bir yolculuk yapmıştım. Hazineyi bulmuştum fakat hazineyi alamayarak eli boş dönmüştüm. Ama bu dönüşümde birçok olayların sırrını keşif etmiştim.
Evlilik Allah’ın insanlar için vermiş olduğu bir nimettir. Hayat, uzun ve zorlu bir yolculuğa benzer. O yolculuğu bir erkek ya da bir kadının tek başına yapması çok güç ve hatta mümkün değildir. Bu hayat yolculuğunda; kadın erkek için, erkek de kadın için bir nimettir.
Erkek bu nimeti -eşini- Allah’ın emaneti gibi incitmeden, kırmadan korumalı ve bakmalı. Kadın ise; kocasına sadık, destekçi, takviye kuvveti ve kocasının huzur kaynağı olmalıdır. Hayat ve evlilik ancak bu şekilde anlamlı olur.
“Yaratana ve yaratılan her şeye aşığım. Aşık olduğum şeylere, aşkı yüreğime koyana aşığım. Allah’ım yaptıklarımdan dolayı senden ecir istemiyorum. Allah’ım, Sen beni aşık kıldın ki! Yağmur gibiç. Sen beni dert ve gam yaptın ki; mahrumların ve kalbi burukların komşusu olayım.
Beni bağışla ve günahlarımı ört. Bana tahammül ve sabır gücü ver ki karşılaştığım bütün zorlukların üstesinden geleyim. Affet, bağışla ve yardımını ulaştır. Çünkü; yardıma muhtaç olanların dayanacağı tek kapı Senin kapındır. Döneceğimiz yer ise senin tapındır.
V. Mücahid ASR
Kaynak:http://www.azadxeber.net/nurhazar_h5137.html