Osmanlılarda Göçebe Hayatı

Osmanlılarda Göçebe Hayatı

Yavuz Çetin

 

Türklerin göçebe hayat tarzına mecbur kılan çeşitli etkenler vardır. Bunlardan birisi Orta Asya'nın iklimsel özelliğidir. Bu iklimin özelliğine göre kışın karlı ve şiddetli soğuk, yazın kurak, ilkbahar ve sonbahar'da yağmurlu biz iklim özelliğine sahiptir. Bu nedenle geçim kaynağı olarak Türkleri hayvancılığa itmiştir. Bu iklik şartları nedeniyle Türkler yazın yaylaklarda daha serin ve yağmur alan yüksek yerlere, kışın ise kışın sert etkisini kıran dağlar arasındaki vadi ve ovalara yaşamaya mecbur etmiştir.

Türklerin göçebe hayat tarzı yaşamalarının bir diğer sebebi ise çevrelerindeki komşu devletlerinin acımasızca saldırıları nedeniyle Türk milletini göçebe yaşamaya mecbur kılmıştır. Çünkü Türkler ne zaman yerleşik hayata geçse ani düşman saldırıları karşısında perişan edilmişlerdir. Argun ve Gazan Han zamanında Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri kesif bir biçimde Orta-Asya'dan Anadolu'ya ve Azerbaycan'a dolmaya devam etti. Anadolu'yu göçebe Türkmen beylikleriyle dolduran bu kargaşada, özellikle Bitinya'nın göçebeler tarafından işgalinin ardından Osman Beyin aşiretinin önlenemez yükselişi başladı.

Türkler, Çin baskısı, zamanla iklimsel özelliklere dayalı olarak kuraklığın artması, taht kavgaları ve boylar arasındaki mücadelelerden dolayı güneye ve batıya doğru göç etmişlerdir.

Anadolu'ya ilk Türk göçlerinin; Tuğrul ve Çağrı Beyler döneminde 1015-1021 tarihinde anadoluya yaptıkları keşif gezileri sonrasında başladıklarını görmekteyiz. En yoğun göçlerin ise Moğol istilası sonrasına rastlar.

Osmanlıların Türkmen göçleri sırasında Anadolu'ya geldikleri, Moğol istilasıyla birlikte daha batıya çekilen Türkmenlerin yoğun göç ve gaza faaliyetleri sonucunda da devletin oluştuğu bir gerçektir. Yine kaynaklarda olayların betimlenişi göstermektedir ki, uç bölgelerindeki beyliklerde olduğu gibi, Osmanlı Beyliği'nde de başlangıçta çok canlı bir konar-göçer yaşamı sürmektedir. Yaylak-kışlak hayatı, konar-göçerlere mahsus mamulatın temel ekonomik kaynak olması, kadınların toplumsal rolleri başta olmak üzere anlatılan gelenek ve görenekler, ilk Osmanlı padişahlarının bağlı oldukları hükümdarlık ananeleri ve yaşantıları, askeri ve dini örgütlerin içeriği bariz bir konar-göçer hayatını gözler önüne sermektedir. Kısacası Osmanlılar da göçebeydiler; Bizanslılar onlarla uğraşabilmek için Katalan paralı askerler getirmişti. Katalanlar, 1303'lerde Kyzikos çevresine akın yapan, aileleri ile birlikte seyahat eden, atlıları piyadelerinden fazla olan binlerce göçebeyi görünce şaşkınlıklarını tarihe kaydetmek zorunda kaldılar. Osmanlı ordusu, ancak Orhan Bey zamanında yerleşikliğe geçmeye başladı ama 1330'larda hala göçebelik sürüyordu. Zira o tarihte Orhan Bey oğullarından birini koyunları otlatmakla görevlendirmişti ve İbni Haldun'un yazdığına göre; Bursa'yı başkent ilan eden Orhan Bey, kentin eteklerindeki çadırında kalmayı sürdürdü. Orta Anadolu'daki Moğol baskısı ve Selçuklu şehzadelerinin kendi aralarındaki kargaşa, Bizans için batıdaki göçebe tehlikesini dayanılmaz boyutlara ulaştırıyordu. 

Bu arada yeniden yerleşiklik sorununa gelecek olursak: Anadolu'daki ilk Türkmen iskanlarının, büyük aileler halinde Orta Asya'dan göç eden Türk boylarının, Bizanslılardan, ya da yerli halklardan boşalan veya boşaltılan kent ve köylere kondurulmalarıyla gerçekleştirildiğini söylemiştik. Türk akınları sırasında Bizans - Anadolu kentlerinin nasıl bir fiziksel değişime uğradığı konusunda çeşitli varsayımlar ileri sürülmektedir. Kentlerde Türkler tarafından yapılan dinsel ya da sivil işlevli yapıların sergilediği yüksek inşaat kalitesi, plan çözümleri ve mimari bezeme anlayışı, bunların büyük bir olasılıkla akıncılarla birlikte, ya da hemen sonra boy göçleriyle gelen, İran ve Orta Asya kent kökenli mimarlar gözetiminde yerel işçilerce yapılmış olabileceklerini düşündürmektedir. Ancak, klasik çağ Anadolu kentinin düzgün ızgara plan şemalarına karşılık Türklerle gelen kentleşme anlayışı daha homojen, topografyanın gereklerine uygun ve zaman içinde gelişen bir yerleşme düzenini yansıtmıştır. Örneğin, Osmanlıların ilk yıllarında Bursa kalesinin alınması ve zaman içinde bu kentin ilk Osmanlı başkenti olarak gelişmesi, bu anlayışa ilginç bir örnek oluşturmaktadır.

Ancak bir imparatorluk at sırtında zapt edilebilir ama at sırtında yönetilemezdi. Yönetim için yerleşim, düzenli vergi alınacak bir tebaa ve uygar-kentli sivil memurlar gerekiyordu. Gereken yapılmakta gecikilmedi. Osmanlılar, giderek göçebelikle bağlarını kopardılar, göçebelerin çıkarları onları ilgilendirmemeye başladı. Göçebelerin yerleştirilmesi ana hedef haline geldi, bu nedenle onları tebaa statüsüne getirmek için ağır vergiler kondu. Göçebeleri yerleşik hale getirebilmek, çadırlarını bozdurabilmek için ardı ardınca vilayet kanunları çıkartıldı. Timur'un Osmanlılara karşı elde ettiği 1402 zaferi göçebelere bir soluk alma şansı vermişti ancak Timur askerlerini Anadolu'dan çektikten sonra, Osmanlılar kayıplarını acımasızca telafi ettiler.  
Osmanlı İmparatorluğu'nda Türklerin talihi, esasen Fatih devrinde döndü. Tıpkı Selçuklu payitahtı gibi Osmanlı yöneticileri de Türk ve Türkmenlere düşman kesildiler, bu isimler hakaret olarak kullanılmaya başlandı. Çandarlı Kara Halil Paşa yerine Rum Mehmet Paşalar, Zağanos Paşalar kaim oldu. Fatih'in hocası Akşemseddin'in yazdığı bir mektupta, Fatih'i "…amma Türkman'dan gafil olmayasız. Anın da ipin salıvermeyisiz, bilmiş olasız" diye uyarması payitahtta gelişen Türk düşmanlığının tipik bir işaretiydi. II. Bayezıd'ın göçebe bağımsızlığını önlemek üzere yaptığı düzenlemeler, I. Selim tarafından acımasızca uygulanacaktı. Ancak göçebeler, daha dün seçimle işbaşına getirdikleri beylerin payitahta yerleştikten sonra nasıl böyle birdenbire kendisine yabancılaşmış hükümdara dönüştüğünü anlayamadılar; bu düzenlemeleri benimsemediler; giderek bir sorun kaynağı haline geldiler, ayaklandılar, Sultanlarını terk ederek kendilerine Şah aradılar. Yörük-Türkmen boyları, bu kez gerisin geriye Şahlarına doğru göçe koyuldular. 1499'da Erzincan'da Ustacalu, Karamanlı, Rumlu, Tekeli, Zülkadir, Afşar ve Varsak aşiretleri Şah İsmail'e katıldılar. Beyazıd 1502'de Safevi destekçilerini sadece güney batı Anadolu'daki Teke ve Hamid'ten değil, platonun başka yerlerinden de çıkararak Koron ve Modon'a sürdü, 1507-1508 de Safevi mevkilerine geçişi önlemek için doğu sınır bölgelerini kapatmaya çalıştı. 
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş devrinde Anadolu'dan Rumeli'ye olan göçlerin devlet eliyle yapılanları taltif makamında idi. Henüz devlet için bir gaile değillerdi. Yönetici kesim de gene Türkmenlerdendi. Oysa sözünü ettiğimiz bu sonraki göçler ise, sürgün mahiyetindeydi. Kızılbaş Türkmen aşiretlerinden devlete başkaldırması muhtemel olanlar Rumeli'ye sürülmeye başladılar.

Tüm bu süreç boyunca "Türk" sözcüğü Osmanlı kaynaklarında giderek değer yitirmeyi sürdürdü, "etrak-i bi idrak" haline geldi; Beyazıd'ın veziriazamının da öldürüldüğü Şahkulu ayaklanması bastırıldı. İran Safevileri, 16. yüzyılda Osmanlı ile savaşa tutuştuğunda İran güçleri büyük ölçüde Türklerden, Osmanlı ordusu ise büyük ölçüde Balkan halklarından oluşuyordu. Safevi süvari birliği, Çaldıran'da Osmanlı top ateşi karşısında dağıldı, Anadolu göçebelerinin başarısız Mesihleri ile aralarındaki sıkı bağlar artık kopmuştu. Arkalarında Şah'ın desteği olmayan göçebelerle ilgili iskan kanunnamelerini uygulamak, onları yerleşik hayata zorlamak çok daha kolaydı. Ama yine de tam başarı sağlandığı söylenemezdi. Örneğin 1830'lu yıllarda bölgeden geçen Batılı gözlemciler, Konya-Karaman ovası, çadırlarda oturan, at yetiştiren Yörüklerle dolu olduğunu yazdılar. 1904'de aynı bölgeye gelen başka Batılı bir gözlemci, Akşehir yakınlarında Sultan Dağı göçebelerin ancak kısmen yerleşebildiklerine, sadece yazları çadırlarda kaldıklarına ve kendilerine Yörük demeye devam ettiklerine tanık olmuştur.

Türkler, yerleşik hayata yabancı değillerdir. Özellikle XII. yüzyılda dahi kaynaklardan

uç bölgesinde bulunan Türkmenlerin hepsinin göçebe olmadığını görmek mümkündür.21

Yaşadıkları hayat

XVI. ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı döneminde ise savaşlardan veya devlet otoritesinin taşrada zayıflamasından dolayı eşkıyadan bunalan kırsal halkın, köylerini terk ederek göç etmesi ve konar-göçerliği devam ettiren aşiretlerin yaylak kışlak kavgaları, ziraata müsait olan yerleşim yerlerinin terk edilmesi, Rakka ve Halep bölgesinde Arap aşiretlerinin baskıları ve diğer sebeplerden dolayı devlet, uzun yıllar sürecek olan aşiretleri iskân politikasını yürürlüğe koymuştur. Devletin kuruluş döneminde, yeni toprakları Türkleştirmede ve şenlendirmede faydalanılan Türk aşiretleri daha sonra bölgenin ekonomisine katkı amacıyla yerleştirilmiştir.

Tarih boyunca Türkler, ya geçici iskân mahallerinde veya kendilerinin yeni oluşturdukları iskân merkezlerinde ya da önceki yerleşik halkın terk ettikleri yerleşim merkezlerine yerleşmişlerdir. Geçici iskân merkezi olan yaylak, kışlak veya güzlelerin25 kalıcı olmadık köylerde yerleşmiş vaziyette oldukları anlaşılmıştır. Aynı şekilde 1530 tahririnde 3596 hane oldukları tespit edilen Karacalar Yörüklerinden, 628 hanenin yerleşik hayata geçerek köylere yerleştiği, 109 hanenin bir kısmının ise şehirleri tercih ettikleri görülmüştür.

Konar-göçerler zamanla, kurulu bulunan şehir veya köylere giderek orada yerleşik bir  hayatı seçmiş oldukları gibi, yine konar-göçerlerin hiç kimsenin yaşamadığı boş bir toprak parçasını, ormanlık bir araziyi veya bataklık bir bölgeyi düzenleyerek oraya yerleşip şenlendirdikleri görülmektedir. Bunu bazen resmi görevlilerin tesiri altında,30 bazen de belirli görevler karşılığında vergiden muaf olmak için yapmışlardır. Tabi bunun için devlet tarafından birtakım teşvik edici tedbirler alınmıştır. Konuyla ilgili, Ankara, Sivas, Amasya ve Konya sancaklarının kaza ve köylerinde ziraat hayatına başlayan Rişvan ve Afşar aşiretlerinin, ziraata henüz başlamış olduklarından ekonomik yönden son derece zayıf oldukları, bu nedenle durumları düzelinceye kadar 5 yıl aşar vergisinden muaf tutulmaları gerektiğine dair verdikleri arıza kayda değer bir örnektir.

Bu nedenle vergiden muaf olmak isteyen konar-göçerler, dağlık, kayalık, ormanlık, köprü ve korkulacak “mahuf ve muhatara” yerlerde, yolcuların veya kervanların emniyetlerini ve güvenle geçebilmelerini sağlamak için buralara yerleşiyorlar ve derbentçilik görevinde bulunuyorlardı. Eşkıya ve yol kesicilerin barındığı, dağlık ve ormanlık bölgelerin yol emniyetini bu derbentçiler temin etmek durumundaydı. Özellikle Viyana bozgununun yaşandığı yıllar birçok yerde olduğu gibi derbent teşkilatında da olumsuzluklara yol açmış, dağılan derbent bölgelerinin yeniden iskânı için 1691 yılı Ocak ayından itibaren çeşitli hüküm, hüccet ve fermanlar çıkarılmıştır.37 Bu yıllarda konar-göçerleri derbent ve geçit yerlerine yerleştirmek fikri daha geniş ölçüde uygulanmıştır. Yer yer dağılmış olan derbentçilerin yerine onlar yerleştirilmiştir. Osmanlı Devleti, Anadolu’daki Türkmen aşiretlerini iskâna tâbi tutarken, ya meskûn bulunan köylerdeki yerleşik halkın arasına üçer beşer hane şeklinde yerleştirmiş, ya da boş olan yerlere yeni köyler kurmak suretiyle bu köylere toplu olarak iskân ettirmiştir. Bu uygulamanın, genellikle aşiretlerin devlete verdikleri güvene göre değişiklik gösterdiği görülmüştür. İskân edilecek aşiretin, halkın huzur ve sükûnunu bozmadan işiyle meşgul olacağı anlaşılırsa, yeni köyler kurularak topluca iskân ettiriliyorlardı. Ancak, rahat durmayacakları anlaşılırsa, bunlar yoğunluk ve etkinlikleri kırılmak maksadıyla, gruplar halinde köylere dağıtılmak suretiyle iskân ettirilmişlerdir. Bu bağlamda, “Hassa silahşorlarından olan Ayıntab voyvodası Hüseyin Ağa, Rakka valisi maiyyetine tayin edilmiş ise de Ayıntab havalisinin bir tarafı Türkmen bir tarafı Kürt olduğu cihetle daima vukuat çıkması muhtemel bulunduğundan mumaileyhin şu sırada Ayıntab’da kalması lüzumu”,39 ifadelerinin yer aldığı belge Osmanlı Devleti’nin uygulamalarında Türkmenlere bakış açısını en iyi şekilde göstermektedir.

Bu nedenle vergiden muaf olmak isteyen konar-göçerler, dağlık, kayalık, ormanlık,

köprü ve korkulacak “mahuf ve muhatara” yerlerde, yolcuların veya kervanların emniyetlerini ve güvenle geçebilmelerini sağlamak için buralara yerleşiyorlar ve derbentçilik görevinde bulunuyorlardı. Eşkıya ve yol kesicilerin barındığı, dağlık ve ormanlık bölgelerin yol

emniyetini bu derbentçiler temin etmek durumundaydı. Özellikle Viyana bozgununun yaşandığı yıllar birçok yerde olduğu gibi derbent teşkilatında da olumsuzluklara yol açmış, dağılan derbent bölgelerinin yeniden iskânı için 1691 yılı Ocak ayından itibaren çeşitli hüküm, hüccet ve fermanlar çıkarılmıştır.37 Bu yıllarda konar-göçerleri derbent ve geçit yerlerine yerleştirmek fikri daha geniş ölçüde uygulanmıştır. Yer yer dağılmış olan derbentçilerin yerine onlar yerleştirilmiştir.

Osmanlı Devleti, Anadolu’daki Türkmen aşiretlerini iskâna tâbi tutarken, ya meskûn bulunan köylerdeki yerleşik halkın arasına üçer beşer hane şeklinde yerleştirmiş, ya da boş olan yerlere yeni köyler kurmak suretiyle bu köylere toplu olarak iskân ettirmiştir. Bu uygulamanın, genellikle aşiretlerin devlete verdikleri güvene göre değişiklik gösterdiği görülmüştür. İskân edilecek aşiretin, halkın huzur ve sükûnunu bozmadan işiyle meşgul olacağı anlaşılırsa, yeni köyler kurularak topluca iskân ettiriliyorlardı. Ancak, rahat durmayacakları anlaşılırsa, bunlar yoğunluk ve etkinlikleri kırılmak maksadıyla, gruplar halinde köylere dağıtılmak suretiyle iskân ettirilmişlerdir. Bu bağlamda, “Hassa silahşorlarından olan Ayıntab voyvodası Hüseyin Ağa, Rakka valisi maiyyetine tayin edilmiş ise de Ayıntab havalisinin bir tarafı Türkmen bir tarafı Kürt olduğu cihetle daima vukuat çıkması muhtemel bulunduğundan mumaileyhin şu sırada Ayıntab’da kalması lüzumu”,39 ifadelerinin yer aldığı belge Osmanlı Devleti’nin uygulamalarında Türkmenlere bakış açısını en iyi şekilde göstermektedir.

Türkçe’ye yapılan çevirilerden sorgulamaksızın kullanılmıştır. Ancak Üçler Bulduk gibi bazı araştırmacılar konu hakkında kaleme aldıkları çalışmalarında, kavramsal çerçeveye ya bir kısım, ya da başlık açmışlardır.

Yılmaz ve Telci’ye göre, göçer ya da konar-göçer ifadesi, göçebe ile aynı anlamda kullanılmıştır. Derleme Sözlüğü’nde “göçkün, göçebe, göçkün evli” kavramlarının aynı anlama geldiği, etimoloji sözlüğünde de göçer ifadesinin “göçmek”ten türediği, “göç-er-mek/göçermek” olarak da kullanıldığı belirtilmektedir.18 Tufan Gündüz, Yusuf Halaçoğlu, Latif Armağan, İlhan Şahin “konar-göçer”i kullanmayı tercih ederken, Muhtar Kutlu ve Tuncer Baykara “göçer” terimini çalışmalarında kullanma eğilimi göstermişlerdir. Üçler Bulduk ise hem “konar-göçer” terimini hem de “göçer”i kullanmıştır. Çalışmamızda konar-göçer ve göçer terimlerini birlikte kullanılması daha uygun görülmüştür.

Bütün bunların ışığında, batıdaki tanımlarının aksine, göçerlik, coğrafi şartlar ve ekonomik zorunluluklarla yakından ilgilidir ve göçer Türk kavimlerinin maddi ve manevi yüksek bir kültürden mahrum olduğunun düşünülmemesi gerekmektedir. Ayrıca 3500 yıllık

hayatı bozkır şartları içinde geçen Türk topluluğu da kendine mahsus bir kültür tipine sahiptir. Sadece ekonomik imkân ve faaliyetler açısından değil fakat din, düşünce, ahlâk yönlerinden de tamamlanarak bir manevi değerler birliğine sahiptir.

Konar-göçerler, Osmanlı toplumunun en önemli unsurlarından birisidir. Anadolu’daki konar-göçerlerin hayat tarzlarını “göçebe” olarak tanımlamak doğru ve yeterli bir ifade olmamaktadır. Çünkü basit göçebe toplulukları, devamlı yer değiştiren, ziraati ve yerleşik hayatı bilmeyen, sosyal organizasyonları gelişmemiş sürüler halinde yaşayan gruplardır. 

 

Konar-göçerler ise ekonomik açıdan hayvancılıkla uğraşan, hayat tarzı bakımından da yaylak ve kışlak alanları arasında hareket halinde olan gruplardır. Bunun yanı sıra tıpkı yerleşik halk gibi devletin idari, mali ve hukuki organizasyonu içinde de yer almışlardır.

Özetle konar-göçerler, göçebelik ile yerleşik hayat arasında bir ara yaşam tarzıdır. Bu

nedenle Osmanlı belgelerinde göçerlerle ilgili olarak dikkati çeken en önemli özellik, onlardan bahsedilirken sıklıkla, “Türkmen”, “Yörük”, “Konar-göçer”, “Konar-göçer Yörük”, “Göçer-yörük”, “Göç-kün”, “Göç-küncü”, “Göçer-evli” ve “Göçebe” gibi kavramların veya kavram işaretlerinin geçmiş olmasıdır

Göçebe Yaşam Tarzının Özellikleri:

* Yaylak – kışlak hayatı yaşanmasının temel nedeni iklimdir.

* Tarımın gelişmemesi özel mülkiyeti, özel mülkün gelişmemesi de sınıf farklılığını ve kölelik anlayışını engellemiştir.

* Göçebe yaşamın zor olması mücadelecilik ruhunu geliştirmiş bu da savaşçı toplum yapısına neden olmuştur.

*• Göçebelik mimariyi engellemiş, taşınabilir sanat ve çadır kültürü gelişmiştir.

* Göçebe yaşamın zor koşulları teşkilatçı yapıyı geliştirmiştir.

* Göçebeliğin bir sonucu olarak hapis cezaları kısa süreli olarak uygulanmıştır.

• Diğer Türk toplumlarından farklı olarak Uygurlar, yerleşik hayata geçmişlerdir. Uygurları diğerlerinden ayıran bir diğer özellik de tarımla uğraşmaları, sulama kanalları yapmalarıdır.

• Türklerde dinî ve millî törenlere bütün herkes katılırdı. Toy adı verilen şölenlerde kurbanlar kesilir, at yarışları düzenlenir ve dans edilirdi. Bu durum Türkler arasında sosyal dayanışmanın gelişmesine ortam hazırlamıştır. Törenlerde en çok “kopuz” adı verilen bir müzik aleti kullanılırdı. Şölenlerde düzenlenen “yağmalı toy” geleneği sosyal devlet anlayışının örneğidir.

• Sürek avları, at yarışları, güreş, okçuluk, kılıç oyunu ve çevgen denilen atlı top oyunu önemli sportif faaliyetlerdendir.

 

 

Diğer Konular:

http://www.asyaahileri.com/turk-kul-med-t_k119.html

 

 

Google+ WhatsApp