10. SINIF TARİH DERSİ 4. ÜNİTE

10. SINIF TARİH DERSİ 4. ÜNİTE

Tarikat: Aynı dinin içinde birtakım yorum ve uygulama farklılıklarına dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan Allah’a ulaşma ve onu tanıma yollarından her biridir. Mevlevi ve Bektaşi tarikatı gibi.

Tasavvuf; genel anlamda kalbin kötülüklerden arındırılıp yaratılanlara karşı güzel davranılması, insanın dünyalık menfaatlerden ve nefsinden uzaklaşarak Allah’ın varlığı ile yetinmesidir. Tasavvuf yolunda giden kişiye ‘’mutasavvıf veya sufi’’ denir.

Aşağıdaki sufiler Anadolu’nun İslamlaşmasına çok önemli katkılarda bulunmuşlar ve öğretileriyle Orta Asya’dan, Horasandan gelen Türkmenleri aydınlatmışlardır.  

Anadolu’nun Türkleşmesine ve İslamlaşmasında önemli şahsiyetler:

  1. Ahmet Yesevî: öğretisinin özü, ahlaki hürriyettir. Ahlaki hürriyete, “Hakkı bilmek için ilk önce kendini bilmek” ve “Ölmeden önce ölmek” anlayışıyla ulaşılır. Ahmet Yesevî, bunu kâmil insan öğretisiyle sistemleştirir. Bu öğretinin temeli hikmet, sohbet ve ahlak esaslarına dayanır. Bu üç esas insanı, nefsin esaretinden ve kendine yabancılaşmaktan kurtararak ahlaki olgunluğa kavuşturur. Yesevî’ye göre herhangi bir siyasi ve sosyal hizmet; ahlakı prensiplere, insanı sevmeye, adalete, doğruluğa ve eşitliğe dayanmalıdır. Divan-ı Hikmet adlı eseriyle İslamiyet öğretisinde söz sahibi oldu. Yetiştirdiği dervişleri Anadolu’ya göndererek onlara manevi önderlikte bulundu. Yesevilik tarikatının kurucusudur.
  1. Mevlânâ Celâleddîn-î Rumî; öğretisinde insanlara iyiliği, alçak gönüllüğü, cömertliği, merhametli ve doğru olmayı öğütlemiştir. Her türlü sevgisizliğe, kötülüğe, bağnazlığa karşı İslami ve insani ilkeleri şiir ve musiki içinde birleştirip dile getiren Mevlânâ, etkisini yüzyıllarca sürdürmüştür.
  1. Yunus Emre; ırk, din ve dil ayrımı yapmadan tüm insanlığa yönelik öğretiler geliştirmiştir. Ona göre insan her yerde aynı değeri taşıyan yüce bir varlıktır. “Yunus Emre der hoca, gerekse var bin hacca, Hepisinden iyice bir gönüle girmektir.” dizesiyle Yunus, insan sevgisi ile ilgili görüşlerini ortaya koyarken bağnazca tutumlara da karşı çıkmıştır.

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, Sen kendini bilmedin, bu nice okumaktır?” diyen Yunus’a göre ilimden asıl amaç, insanın kendini tanıması ve olgunlaşmasıdır.

  1. Hacı Bektâş-ı Velî; ilhamını Kurʼanʼdan alarak insana bakar, insana hizmeti en büyük ibadet sayar. Öğretisinin temelini akıl ve bilgiye dayandıran Hacı Bektâş’ın düşünce sisteminde ayrılıkların ve farklılıkların yeri yoktur. Bütün yaratılmışlara aynı nazarla bakmış ve kimseyi herhangi bir özelliğinden ötürü diğerinden üstün tutmamıştır. Bu yüzden onda birleştiricilik duygusu hâkimdir.

Hacı Bektâş: “İncinsen de incitme.”, “Her ne ararsan kendinde ara.” sözleri ile bütün insanlığı sevgi, barış ve kardeşliğe çağırmıştır.

Hacı Bektaş-ı Veli yetiştirdiği dervişleri balkanlara göndermiş ve o bölgelerin Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlamıştır. Birçok coğrafi bölgeye Orta Asya’dan getirdikleri isimleri vermişlerdir. Makalatadlı eseri ünlüdür.

  1. Hacı Bayrâm-ı Velî; Bilimle tasavvufu birleştirmeyi başarmış bir sufidir. Medrese hocalığı yaparak çok sayıda öğrenci yetiştirdi. Daha sonra da tasavvufa yöneldi. “Bilmek istersen seni, can içre ara canı, geç canından bul anı, sen seni bil sen seni.” diyerek genellikle nefsin olgunluğunu önemli saymış,olgunluğa erişmek ve kendini tanımak gibi öğretileri dile getirmiştir. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin öğretisi, önce Allah’a sonra canlı cansız tüm varlıklara derin bir sevgi duymanın yanı sıra onların hizmetine kendini adamak şeklindedir.
  1. Ahî Evran; toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat dallarının gerekliliğini savunmuş, sanat erbablarının belli işyerlerinde toplanarak oralarda sanatlarını icra etmelerini yani bir araya gelmelerini tavsiye etmiştir. Ahi teşkilatının kurucusu olan Ahî Evran’a göre ahinin eli, kapısı ve sofrası açık; gözü, dili ve beli bağlı olmalıdır. Ahi eğitiminden geçen kişinin, kötü huylardan arınıp iyi huylar kazanması amaçlanır.

Bu sufiler sadece kendi çağına ve insanına hitap etmekle kalmamış; onların öğretileri Anadolu’dan İslam âlemine hatta bu sınırları da aşarak tüm insanlığa ulaşmayı bilmiştir.

SUFİLERİN BAŞLICA FAALİYETLERİNİ ÖZETLEYECEK OLURSAK:

XIII. yüzyılda tasavvuf ilmi ehli Sûfiler Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişme aşamasına büyük katkı sağladılar.

Gittikleri yerlerde halka manevi destek verdiler.

 Terk edilen, yıkılan yerleri yeniden imar edilmesinde büyük rol oynadılar.

Dinî ve ilmî çalışmalarda bulundular.

Kuruluş dönemi padişahları ve devlet adamları da vakıflar kurarak onları desteklediler.

Gerektiğinde savaşçı olarak orduya katıldılar.

 Yol kenarlarına, boş topraklara tekke ve zaviyeler inşa ederek; yerli halkın İslamlaşmasına vesile oldular.

      OSMANLI DEVLETİ’NDE ASKERÎ SINIF:

OSMANLI DEVLETİ’NDE YÖNETENLER SINIFI (ASKERî SINIF) ÜÇE (3’E) AYRILIR

  1. KILIÇ EHLİ (SEYFİYE-ASKERİ BÜROKRASİ) Seyfiye sınıfının çoğunluğu devşirme ve  Enderun kökenlidir. Bu sınıfın en önemli görevleri; yönetim ve askerliktir. Bu sınıfın Divan’daki temsilcileri yeniçeri ağası, kaptan-ı derya, vezirler ve sadrazamdır. Divan dışında ise kapıkulu askerleri ve tımarlı sipahiler ile subaşı, sancakbeyi, beylerbeyi, gibi görevlileri kapsamaktadır.
  2. KALEM EHLİ(KALEMİYE- SİVİL BÜROKRASİ) Devletin yazışma (Nişancı) mali(Anadolu ve Rumeli defterdarları) ve dış işlerinden sorumlu (reisülküttap) gibi görevlilerden oluşmaktadır. Başlangıçta medrese eğitimi görmüş kimseler, bu meslekte çoğunluğu teşkil ederken sonraları intisap(bağlanmak) usulüyle yetişip yükselmiştir. (Usta- çırak ilişkisi) Katiplerde bu sınıftandır.
  3. İLİM EHLİ (İLMİYE- DİN, EĞİTİM VE HUKUK BÜROKRASİSİ) Medreselerden yetişen ve ulema da denilen kişilerden oluşmuştur. Divandaki üyeleri  kazasker (Anadolu ve Rumeli) ve şeyhülislamdır. Kadı, müftü,  müderris ve medrese öğrencileri de bu sınıf içerisinde yer almıştır. Bu sınıfın en önemli görevleri eğitim, yargı ve fetva vermektir.

OSMANLI’DA İLİM VE İLMİYE SINIFI

  • Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk medrese Orhan Gazi tarafından 1330’da İznik’te yaptırılmıştır. Bu medreseye atanan ilk müderris Şerefüddin Davud-i Kayseri’dir. Fatih Sultan Mehmed Dönemi’ne kadar Bursa’da 25, Edirne’de 13 ve İznik’te 4 olmak üzere toplam 42 medrese kurulmuştur. Aynı dönemde daha küçük şehirlerde ise 40 medrese bulunmaktadır.
  • Medreseler Osmanlı’da ortaöğretim ve yükseköğretim kurumları olarak görev yapmışlar, dini bilimlerle pozitif bilimler birlikte okutulmuştur.
  • İlmiye sınıfından olan kazasker, Divan- Hümayun’a gelen büyük davalara bakar, kadı ve müderrislerin atamasını yapardı. Açılacak medreselere ve okutulacak derslere karar verirdi.

Müderris Olmak

Müderris, medresede ders veren demektir. İslam dünyasında genel olarak ilim tahsilinde kitaplardan çok müderrise önem verilirdi. Müderris olmak isteyen talebelere danişmend, softa, suhte gibi isimler verilir, bunlar önce bir müderrisin yanında yardımcı olarak görev yapardı. Daha sonra icazetname alarak medreseyi bitiren müderris adayları, isimlerini Anadolu ve Rumeli kazaskerlik dairelerinde bulunan ruzname adlı defterlere kaydettirir ve müderrislik için sıraya girerlerdi. Ruznamede yazılı olmayan ve belli bir süre mülazemet(bekleme süresi) etmeyen kişilerin müderris olmaları mümkün değildi. Mülazemetini tamamlayan müderris, ilk olarak yirmi akçe ödenen bir medreseye tayin olur ve beşer akçe terakki ile üst derecedeki medreselere doğru yükselirdi. Müderris günlük otuz, kırk ve elli akçe ödenen medreselere doğru ilerler daha sonra Sahn-ı Seman ve Sahn-ı Süleymaniye gibi altmış akçe yevmiyeli medreselere kadar terfi edebilirdi.

Kadılık ve Kazalar

  1. Osmanlı Devleti’nde medreseyi bitirenlerden kadılığı isteyenler, ilk olarak bir kasaba kadısı olabilir, daha sonra kazaya atanırdı. İlmiye sınıfından olan kadı, hem kazayı yönetir(idare) hem de yargı görevini yerine getirirdi. Doğrudanmerkezden atanan kadıların görevleri şunlardır:
  1. Atandığı kasaba veya kazayı yönetirdi.
  2. Atandığı yerde padişah adına adaleti(yargıyı) tesis ederdi.
  3. Vakıfların denetçisi de olan kadılar; asayiş ve güvenlik kuvvetlerinin, belediye hizmetlilerinin ve zabıta görevlilerinin de amiriydi.
  4. Evlenme, boşanma, veraset meselelerinde, merkezden gelen emirlerin tasdiki ve mahkeme kayıtlarının tutulmasında, sözleşmelerin kaydedilmesinde, divanın emirlerinin halka bildirilmesinde ve sefer esnasında idaresinde bulunduğu yerde ordunun ihtiyaçlarının görülmesinde sorumlu ve yetkiliydi.

Kısaca kadılar kazalarda kaymakam, hakim, belediye başkanı, noter ve defterdar gibi tüm görevleri yapardı. Kadıların verdiği kararlara taşradaki hiçbir yönetici müdahale edemez. Ancak haksızlık durumunda divana başvurulabilirdi(Temyiz).

  1. Kadı tayini, ilk defa Osman Gazi tarafından yapılmıştır. Osman Bey Dursun Fakih’i uygun görmüş ve Karacahisar’a kadı olarak atamıştır.

Müftüler ve Şeyhü’l-İslam

  1. Müftüler ve şeyhülislamlar toplumun inanç ve ibadetleriyle ilgili sorunların çözülmesi ve devlette şeriatın uygulanmasından sorumludur.
  2. Kanuni Dönemi’nde müftüler de kadılar gibi teşkilatlandırılmış ve şeyhülislamlık makamı ortaya çıkmıştır. İstanbul müftüsü, Osmanlı Devleti’nin başmüftüsü yani şeyhülislamı olmuştur. Şeyhülislam, dinî hükümleri yorumlamada en yetkili kişidir. Savaş ilanında, barış yapılmasında, ıslahatların uygulanmasında bile şeyhülislamdan fetva alınmıştır.  İlmiye sınıfının başı kabul edilen Şeyhü’l İslam divanda alınan kararların ve devletin yapacağı işlerin dine uygun olup olmadığı konusunda fetva verirdi. Şeyhü’l İslam halktan gelen dini soruları da cevaplamakla yükümlüydü.

UYARI; Osmanlı sultanları, merkezî otoriteyi güçlendirmek için idari işlerde sarayda eğitim görmüş kişilere görev vermiş ve ulemayı da kendi hizmetine alarak devlet teşkilatlanmasını sağlam temellere oturtmuştur. Hem şeriatı hem de doğrudan doğruya sultan tarafından çıkarılan kanunları ve nizamları uygulayan kadıya, bir yöneticinin emir verme yetkisi yoktur.

Medreseler ve Tekkeler

  1. Osmanlı Devleti’nde medreselerde tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi temel İslami ilimlerin yanında matematik, astronomi, fizik, mantık ve felsefe gibi akli ilimler de okutulmuştur. Osmanlılarda iyi kadı olmanın yolu matematik ve astronomi gibi bilimleri de bilmekten geçmiştir. En yüksek dereceli medrese Fatih’in yaptırdığı Sahn-ı Seman Medreseleriydi. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman, Sahn-ı Seman Medreseleri ile aynı dereceye sahip Süleymaniye Medreselerini yaptırmıştır. Fatih ve Kanuni Dönemi’nde medreseler geliştirilerek alt bölümler oluşturulmuş ve hadis araştırmaları için Darülhadis, tıp eğitimi için Darüttıp, Kur’an’ın okunması ve ezberlenmesi için Darülkurra gibi ihtisas medreseleri kurulmuştur.
  2. -Osmanlı Devleti’nde cami ve kütüphanelerde de medrese eğitimine benzer bir eğitim verilmiştir. Medrese eğitiminden farklı olarak daha çok halkın din eğitimini esas alan tekke ve zaviyeler, eğitim ve bilgi üretiminin yapıldığı diğer kurumlardır.
  3. Fatih, ilmiye sınıfında hem teşkilat ve eğitim hem de anlayış açısından önemli değişiklikler yapmıştır. Bu dönemde akli(pozitif) ilimler ve felsefi yaklaşımlar ön plana çıkmıştır. Birçok Latince eser Türkçe’ye çevrilmiş özellikle tıp, matematik ve astronomi alanlarında yeni eserler yazılmıştır. Bunun sonucu olarak Türk dünyasının önemli bilim insanları ya da onların yetiştirdiği kişilerden Akşemseddin ve Ali Kuşçu gibi alimler Fatih’in yanında yer almıştır.

Akşemseddin (1390-1459)

Asıl adı Şemseddin Mehmet olan Akşemseddin Türk siyasi ve ilim tarihinde önemli bir yere sahiptir. II. Mehmet’in İstanbul’u kuşatması sırasında, padişahın ve ordunun manevi gücünün yükseltilmesine yardımcı olan Akşemseddin, Sahn-ı Seman medreseleri yapılıncaya kadar medrese olarak kullanılan Zeyrek Camisi’nde ders vermiştir.

Hastalıkların nedenlerini açıklayan Akşemseddin’e göre hastalıklar, kalıtımsal olan ve mikrop yoluyla geçen şeklinde ikiye ayrılmıştır. Böylece Akşemseddin, mikroptan haber vermesi bakımından Louis Pasteur (Pastör) ve Robert Koch (Rabırt Koh) gibi bilginlerin öncüsü olmuştur. ‘’Maddetü’l Hayat’’ adlı bir eseri vardır.

Uluğ Bey (1394-1449)

 Asıl adı Muhammed Turgay olan Uluğ Bey Timur’un torunudur ve bu devletin 4. Hükümdarıdır. Devlet adamlığından ziyade, bilimsel çalışmalarıyla tanınmıştır. Özellikle matematik ve gök bilimine ilgi gösteren Uluğ Bey, Semerkand Medresesi’ni kurmuş; devrin en büyük rasathanesi olan Semerkand Gözlemevi’ni de yaptırmıştır. Gök bilim kataloglarının en mükemmeli olan “Zîc-i Uluğ Bey”, günümüze kadar konumsal gök biliminin temel kitabı olarak kullanılmıştır.Zîc; VIII ve XVI. yüzyıllar arasında İslam gök bilimcilerinin hazırladığı; yıldızların, gök cisimlerinin gerçek ve görünür konumları ile hareketlerinin çizimine verilen addır. 1836’da yayınlanan 4 ciltlik Ay haritasındaki kraterlerden birine Uluğ Bey ismi verilmiştir.

Ali Kuşçu (1403-1474)

Ünlü Türk sultanı ve bilim adamı Uluğ Bey’in “Doğancı Başısı” olduğu için ailesi “Kuşçu” lakabıyla tanınıyordu. Küçük yaştan itibaren matematik ve gök bilimine ilgi duyan Ali Kuşçu,Semerkand’da devrin en büyük bilim adamları olan Kadızâde-i Rumî ve Uluğ Bey’den matematik ve gök bilimi dersleri aldı. Semerkant’tan ayrıldıktan sonra İran’da Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın hizmetine girdi. Oradan Fatih’in davetiyle İstanbul’a geldi. Ali Kuşçu’yla beraber İstanbul medreselerinde, özellikle gök bilimi ve matematik alanında büyük gelişmeler başlamıştır. Onun etkisiyle Fatih, medreselerin vakfiyelerinde değişiklik yapmış ve müderrislere naklî ilimlerin yanında akli ilimlerde de uzman olma zorunluluğu getirmiştir. Ali Kuşçu, Osmanlı Devleti’nde Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Mehmet (Mirim) Çelebi gibi kıymetli gök bilimcilerinin yetişmesini sağlamıştır.

-Ali Kuşçu, İstanbul’un enlem ve boylamını belirlemek için de çalışmalar yapmış ve günümüzde kabul edilen değerlere yaklaşık bir değer bulmuştur.

OSMANLI’DA SÖZLÜ VE YAZILI KÜLTÜR:

  • Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Dönemi’nde ortaya çıkan sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri, Türkiye Selçukluları ve Beylikler döneminin kültür dünyasıyla benzerlik gösterirdi.
  • Anadolu’da XII. yüzyıldan itibaren farklı sınıf ve seviyeden insanlar; hikâye dinleyerek, kukla ve taklit izleyerek, nükte ve şaka yaparak gülüp eğlenirdi. Türkiye Selçuklu ve Anadolu beyliklerinin saraylarında nedim, komik, taklitçi, ozan ve şairler bulunurdu. Bu saraylarda bulunan nedimin görevi kıssa anlatmak, taklit yapmak, kısacası eğlendirmekti. Bu kişiler edebî terbiye sahibi, bilgili ve zeki insanlardı. Anlatılar; genel olarak masal, menkıbe, fıkra ve hikâyeler ile eski Türk kültüründen gelen unsurları, İran ananelerini, Hind hikâyelerini ve İslam kültür dünyasının etkilerini içermiştir. XV. yüzyıldan itibaren nedim ile meddah lakabı aynı anlamda kullanılmaya başlamış ve XVI. yüzyılla birlikte meddahlık gitgide yaygınlaşmıştır. Bu dönemde ozanların yerini ise âşık ve saz şairleri almıştır.
  • Osmanlı Devleti, çeşitli etnik ve dinî kökenden halkların ticari, sosyal, kültürel, dinî ve bilimsel etkinliklerini sürdürdüğü bir devlettir. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde, geniş ve zengin bir kültürel birikim oluşmuştur. Farklı kültürlerin katkılarıyla oluşan bu birikim, tarih boyunca yazılı veya sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Kültürün yazılı olarak aktarılmasında çoğunlukla ferman, berat, ahitname gibi devlet yayınları ile telif veya tercüme kitap, risale ve minyatür vb. kullanılmıştır.
  • Osmanlı hükümdarlarında kitap toplama ve bunları kullanma alışkanlığı vardı. Padişahların kendilerine ait en az bir kütüphanesi bulunurdu. I. Murad tarafından Bursa’da kurulduğu ifade edilen kütüphane, ilk saray kütüphanesi olarak nitelendirilir.
  • Osmanlı padişahları, kuruluştan itibaren şair ve bilim insanlarıyla yakın ilişki içinde olmuş ve Türk dilinin gelişimini hızlandırmışlardır.
  • Fatih, kendi kurduğu saray kütüphaneleri dışında ülkenin çeşitli şehirlerinde yaptırılan külliye, cami ve medreselerde içerisinde de çok sayıda kütüphane kurmuştur.
  • Yavuz Sultan Selim bilim, kültür, sanat ve eğitim alanlarında önemli merkezler olan Urfa, Kahire, İskenderiye, Halep, Kudüs, Şam’daki kültür ve sanat eserlerini İstanbul’a getirtmiştir.
  • Kanuni Sultan Süleyman, ünlü Macar Kralı MatthiasCorvinus’a (MatiyasKorvinus), (1458- 1490) ait kütüphaneden bazı kitapların İstanbul’a getirilmesini istemiştir.

II. Murad’ın Kültürel Faaliyetleri

  1. II. Murad Devri, önemli kültürel gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Türk diline önem veren padişah, Türkçe eserler yazdırdığı gibi birçok yabancı eserin de Türkçeye tercümesini sağlamıştır.II. Murad Dönemi’nde âlimler Türkçe eser yazma konusunda teşvik edilmiştir. Âşık Paşa’nın yazdığı “Garipname” adlı eser bu teşviklerin bir neticesi olarak kabul edilmelidir.
  2. Millî bir kültür hareketine öncülük eden II. Murad,Danişmentli ve Selçuklu devirlerindeki Fars kültürünün etkilerini unutturmak için çalışmıştır.
  3. II. Murad Dönemi’nde Türk dili ile ilgili somut bir gelişme bu dönemde bastırılan madenî paralara ilk defa Kayı boyu damgalarının vurulmasıdır. Bu dönemden sonra Osmanlı şehzadelerine “Oğuz”, “Korkut” gibi isimler verilmesi de aynı hedef doğrultusunda atılan adımlardır. Osmanlı padişahları arasındaki ilk şair padişah olan II. Murad’daki milliyet fikri Paul Wittek’e (PolVitek) göre şehzade olarak bulunduğu Amasya’nın sosyo-kültürel yapısından kaynaklıdır.
  4. Türk diline ait önemli eserler olan Yazıcızâde Ali’nin “Tevârih-i Âl-i Selçuk”u; Molla Arif Ali’nin “Danişmendnâme”si; Şeyhî’nin “Hüsrev ve Şirin”i; Mercimek Ahmet’in “Kâbusnâme”si II. Murad Devri’nde yazılmıştır.

Şair Sultanlar

Birçok Osmanlı padişahı yüksek eğitimlerinin yanında kalemi güçlü şairler olarak da karşımıza çıkmıştır.

Osmanlı padişahları içerisinde 23 tanesi divan sahibi, 12 tanesi hattat, 8 tanesi müzisyen ve bestekârdır. Resimle ilgilenen, değişik sanatlarda bilgisi olanlar ve ilmî eser yazanlar vardır. Bilinen ilk şair padişah olan II. Murad, gündelik hayatındaki hislerini zaman zaman nazım şeklinde dile getirmiştir. II. Murad’dan itibaren Osmanlı padişahlarının birçoğu şair olup Divan edebiyatı ananesince isimleri yerine mahlaslar kullanmıştır.

 

Şair Sultanlar                             Kullandığı Mahlası

II. Murad                                           Murâdî

Fatih Sultan Mehmet                         Avnî

II. Bayezid                                            Adlî

Yavuz Sultan Selim                          Selimî

Kanuni Sultan Süleyman                 Muhibbî

FETİHLE GELEN DÖNÜŞÜM (ŞEHİR PLANLAMASI)

  1. Geleneksel anlamda konar-göçer bir yaşam tarzına sahip olmasına rağmen Osmanlılar, kuruluştan itibaren yerleşik hayatı daha fazla benimseyen bir siyasi teşekkül olarak ortaya çıkmıştır. Kurulduğu bölgedeki kadim şehir, kasaba ve köyler ile buralarda yaşayanları yadırgamadan kabullenen Osmanlılar; cami, medrese, mescit, han ve hamam gibi yapılarla buraları imar(tamir- bakım) etmiştir. Ayrıca fethedilen şehirlerdeki çarşı ve pazarlar geliştirilmiş ya da yeniden inşa edilmiştir.
  2. Osmanlı Devleti’nin fethettiği şehirlerde Türkler, Bizans mahalleleri dışında kendi mahallelerini kurdu.
  3. Orhan Bey’in İznik’te kendi vakfı olarak kurduğu imaretiyle birlikte yeni bir şehir merkezi modeli ortaya çıkmıştır. Bu model en mükemmel hâlini İstanbul’da, Türk şehir modeliyle almıştır. Buna göre şehir merkezine cami, aşevi, hamam, şifahane gibi kurumlar yapılmış, yerleşme ise daha dış mahallelere kaydırılmıştır. Ayrıca şehir merkezlerinde pek çok işyeri inşa edilmiş, sosyal kurumların giderlerini karşılamak için vakıf olarak kiraya verilmiş ve böylece şehirlerin sosyo-ekonomik canlılığı sağlanmıştır.
  4. Osmanlı’da mahalle, birbirini tanıyan bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuştur. Bir başka ifade ile mahalle; aynı mescitte ibadet eden cemaatin, aileleri ile birlikte ikamet ettikleri şehrin bölümüdür.
  1. Filibe, Sofya, Belgrad, Üsküp, Manastır, Köstence ve Rusçuk birer küçük kasaba veya köy iken Osmanlı Dönemi’nde büyük şehirler hâline gelmiştir. Edirne, Selanik, Niğbolu, Silistre gibi şehirler de büyük gelişme göstermiştir. Osmanlı Dönemi’nde büyüyen ve gelişen bu şehirler, başlangıçta idari-askerî merkezlerken zamanla dokumacılık, boyacılık, dericilik gibi el sanatlarının gelişmesi ile ticari merkezler hâline gelmiştir.

Osmanlılarda El Sanatları

  1. Kuruluş devrinden itibaren İznik, Bursa, Edirne ve İstanbul, Osmanlı sanat ve mimarisinin beşiği olmuştur. Günümüze kadar ulaşan müzeleri, sarayları, koleksiyonları, kütüphaneleri ve camileri dolduran tezhip, çini, minyatür, halı, kilim, kumaşlar ve binlerce cilt yazma eser vardır.
  2. Osmanlı Devleti’nde ahşap ve taş işlemeciliği, dokumacılık, çinicilik ve hat sanatları yeni bir ifade ve anlatım zenginliği kazanmıştır. Bu meslek gruplarının ustaları, Ahilik teşkilatına bağlı olarak loncalar oluşturmuş ve “esnaf şeyhleri” tarafından yönetilmiştir.
  1. Dokumacılık, Dokuma sanayinin geliştiği Bursa’da; yünlü kumaşların, ipekli dibaların ve her cins kadifenin dokunduğu bilinmektedir. Macaristan, İtalya, Polonya ve Balkan ülkelerinin pazarlarında Bursa kumaşları satılmıştır.
  1. Ahşap işlemeciliği, Osmanlılar Devri’nde daha ziyade geometrik yıldız motifleri ile fildişi ve sedef kaplamalı olarak yapılmıştır. I.Ahmet’in sedef kaplamalı firuze, yakut ve zümrüt taşlarıyla süslü tahtı başta olmak üzere Kur’an mahfazaları, rahleler ve minberler gibi nadide eserler dünya müzelerinin en kıymetli koleksiyonları arasında yer alır.
  1. Çini sanatında Osmanlı Dönemi’nde İznik ve Kütahya’dan sonra Bursa, Edirne ve İstanbul da önemli çini merkezleri olmuştur. XV ve XVI. yüzyıllarda mimari ile kaynaşan çini süslemelerinin en güzel örnekleri; İznik Yeşil Camii, Topkapı Sarayı Çinili Köşk, Bursa Yeşil Camii ve Yeşil Türbe’dir. Günümüzde çini sanatı Kütahya’da yaşatılmaktadır.
  1. Taş süsleme sanatı, XV. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde hızla gelişme göstermiştir. İlk dönem Osmanlı mimarisinde taş işlemeciliği, daha çok yapıların dış kısmında uygulanmıştır. Bu uygulamaların ilk örnekleri Bursa Yeşil Camii yüzey süslemesinde ve Edirne Eski Camii minberinde görülmüştür. Mimari anıtlarda ve mezar taşlarında kullanılan ve yapıldığı yörenin özelliklerini gösteren motifler, gündelik eşyalarda da kullanılmıştır.
  1. Hat,  yazıyı estetik ölçülere bağlı kalarak güzel bir şekilde yazma sanatıdır. İslamiyet’te dinî yapılarda resim bulunması uygun görülmediği için bunun yerini yazı sanatı olan hat almıştır. Hat sanatı, zamanla mimari dekorların başlıca zenginliği ve bütün dekoratif sanatların da önemli bir unsuru hâline gelmiştir. XV. yüzyılda Amasyalı Şeyh Hamdullah, “Hattatların Kıblesi” adını almış ve o zamanki İslam dünyasındaki bütün hattatların üstadı olmuştur. Şeyh Hamdullah’tan sonra Ali Bin Yahya Sofi, Karahisarlı Ahmet, Hafız Osman gibi hattatlar yetişmiştir.

Google+ WhatsApp